Taijin Kyofusho
https://www.youtube.com/watch?v=svasMn9eyMc
Şarkının başında, Colombia uzay aracının dönüş yolunda atmosfere girerken patlamasından hemen önceki diyaloğu duyuyoruz. Tekrarlanan ve cevap alınamayan soundcheck mesajıyla bitiyor diyalog. Şarkının ismi ise "Taijin Kyofusho" Japonya'da tanımlanmış bir psikolojik bozukluk. İnsanlarla iletişimde duyulan kaygı. Obsesif kompalsif bozuklukların alt dallarından sayılıyormuş. Dönüş yolunda insanların dünyasına girerken, parçalanıp yok olan uzay aracına, kuleden seslenişlerin cevapsız kalması, kaygı halindeyken insanlardan kaçan birini anlatmak için iyi bir benzetme. Eve gitmek istemiyorum. Resmen eve gitmek istemiyorum. Kendimi kitapta kaldığım yeri ararken çok ileri bir yerden okumaya başlamış gibi buldum yaz bitiminde. Gidecek bir yerim yok. Kendimle kalınca en küçük iş bile kaldırılması ağır bir yük geliyor. Ve eve gitmek istemiyorum. Oturmak istemiyorum işlerimin başına. Yalnız hissediyorum köpek gibi. Ama yakınlaşmaktan korkuyorum. Devam etmekten korkuyorum. Ve eve gitmek istemiyorum. Evde sıkışıp kalmak. Düzenlemem gerekmesi evi, küçük işleri yapmam gerekip saatlerce erteleyip kala kalmak istemiyorum. Başka bir şey yapamayacak bir halde kalakalmak istemiyorum. Neden birisi bana bakmayınca yok olacağımı düşünüyorum. Daha doğrusu öyle mi düşünüyorum. Acaba çok temel insani bir hal mi bu? Tolkien’in yaratıcıyı açıkladığı gibi. An be an gören bir yaratıcı ancak canlılığı, irade sahibi varlıkları yaratabilir. An be an yaratılmak böyle bir şey mi? Yani bu soru teolojik daha doğrusu varoluşumuza dair bir soru mu? Yoksa düz kaygımıza bir teselli mi arıyoruz. Yokum arkadaş düşünmekle varılan tada hayata yalnızca kafanı banmak gövdende namusluca güdebilmek sevinci elbet burkulup kalmaktan iyi. kara gözlerimde uğuldayan bu değil ancak elde tüfek, elde alet, yürekte kor cebelleşmek yalanla, kirle, tahvilatlarla damarlarına papatyalar doldurarak bir serinlik olup dünyaya sokulmak ben bir deli fışkın değil miyim sahibim Köroğlu’nun da sahibi değil mi Aklıma bu şiir geldi. “Sahibim Köroğlu’nun da sahibi değil mi?”. Waldo kitabında da yaratılmış olmak bilincine erdiğini söylüyor İsmet Özel. İhtida hikayesini anlatırken, asıl değişimin yaratılmış olmak bilinciyle geldiğini söyler. Daha önce kendini bir yüce değerlere göre çeki düzen verme çabasında olsa da ve bu değerler büyük oranda doğduğu toprakları şekillendiren değerler olarak Müslümanlığa yakın olsa da ihtida etmesi, kulluk bilincine ermesi, yaratılmış olmayı kabul etmekle geliyor. Beni de şimdi sakinleştirdi bak. Tüm varoluşumuzu bizim kontrol etmediğimizi mi idrak ediyoruz acaba bu yolla. Eğer yaratılmışsak, tüm bu varoluş mücadelesi içinde biz maruz kalan olarak, her şeyi kontrol edemeyen varlıklarız. Bir adım geriye gidersek, yani yaratılmış olmak sorgulamasının bir adım gerisine. Sadece kaygıya boğulduğumuz halimize. Elimizde ne bilgi var. Durumumuzdan ne çıkarabiliriz. Neyi bilebiliriz verili olarak. Bir, öleceğiz. Ölüme doğru gidiyoruz. Bu kesin. Bu tıp biliminin sınırlarının yeterince gelişmemesiyle alakalı mı? Bence değil ve böyle düşünenler mal. Ama zengin, kolej çocukları böyle bilgilerle avunmayı ve kendilerini iyi hissetmeyi sever. İki, kendimizi bu halde bulduk. Bu halde, yani baya kolumuz, bacağımız varken, büyük ihtimalle arzuladığımız birileri olmaya başlayınca, hallenmeye başlar halde bulduk. Yani öncesini bilmiyoruz. Öncesini yaşamadık tabiri caizse. Bir çocukluk olarak hatırlıyoruz sadece. Çocukluk başımıza gelenleri, bize söylenen biçimlerde kabul ettiğimiz zamanlar. İşte estetik analojilerden bir tane seçebiliriz biz de çöle fırlatılmış bir saat, efendime söyleyeyim, tanrının kendi silüetinde yarattığı mahluk vs. Hasılı, kendimizi bu halde bulduk. Bu da kesin. Öncesine dair bildiklerimiz bize anlatılanlardan ibaret. Sözlü anlatılan hikayelerden ve sosyal bağların oluşturduğu resimlerden. En iyi ihtimalle dürüst insanlara rastlayabiliriz ve bir kısım bilgi parçaları edinebiliriz bu anlatılanlardan. Ve üç, canımız yanınca, duyumsadıkça farkına varıyoruz varlığımızın uzantılarını. Değdikçe fark ediyoruz bedenimizi. Çoğunlukla da eksikliği fark ettiriyor değerini var olanların. Bunda da bir beis yok aslında. Çünkü içinde buluyoruz biz kendimizi. Verili olanlar içerisinde gözümüzü açınca kaybedince anlıyoruz verili olanları. Olmayanlarıyla karşılaşınca. Canımızın acıması, olmayan bir şeyi fark etmek mi, kaybettiğimiz bir şeyi fark etmek mi bu soruları ancak sürecin sonunda sorabiliriz sanırım. Canımızın acısını duyumsayıp, her türlü yaşamamız gerekeni yaşadıktan sonra. En azından bu sorulara cevap vermek, canımızın acımasını durdurmayacak bunu biliyorum. Şimdi buradan bakınca aslında, yer kürede değişen bir şey yok. Hayatta olmayı tecrübe ediyoruz hepsi bu. Sanki başka şartlarda iyi olacağımız yer değil hayat, zihnimizde kurduğumuz. Bu tecrübe dışında hiçbir şey bilmiyoruz kendimiz olmaya dair. Canımız acıyacak ve biz canımızın acımasıyla fark ettiğimiz uzantılara sahip olacağız. Canımız acıyacak ve biz dokunduğumuz dünyayı tanıyacağız.
yűreğine sağlık űstadım
YanıtlaSil